OKUMAK..
Kültürü çok geniş, değerli bir dostum bana diyordu ki: Artık benim için yeryüzünde bir tek eğlence kaldı: Okumak. Ne danstan, ne toplanmalardan, hiçbir şeyden tatlı bir duygu alamıyorum. İnsanlardan kaçan yabanî bir mahluk oldum.
Bu duyuş, belki sinir bozukluğundan ileri geliyor. Yalnız doğru bir tarafı var ki, o da bu dostumun her tatlı duyguya karşı taş gibi donuk ve soğuk kaldığı halde okumaktan kendini alamamasıdır. Demek ki kültürlü bir insan için; düşünen, anlayan, öğrenmek isteyen bir kimse için her eğlence geçilebiliyor, hepsi sönüp gidiyor; yalnız okumak kalıyor.
Öyle ise okumak nedir, nasıl bir iştir ki böyle sürekli ve kolay ölmeyen bir tadı var?
Yazı, bir türlü ölümü ortadan kaldıramayan insanoğlunun ölüme karşı bulabildiği tek çaredir. Yazı, zekânın fotoğrafıdır. Çağlardan çağlara, ellerden ellere geçe geçe bütün tarihi aşıp gelir. Onda, insan hayatının her yaprağı üstünde gezen gözlerin ışıkları, düşünen kafaların gölgeleri bulunur.
Güzel yazılmış bir yazıyı okumak, sönüp gitmiş bir varlığın fotoğrafına bakmak gibidir. Daha doğrusu, donup kalmış, sessiz bir fotoğraf değil; konuşan, düşündüklerini anlatan canlı ve sesli bir sinema. Onun içindir ki yazı, birçok olamamazlıkları olur yapmıştır.
İyi bilmeliyiz ki okuduğumuz her satır, kafamızın içinde yeni bir düşünce âlemi yaratır. Ya eski düşüncelerimizi yerinden oynatarak onları canlandırır ya yeni bir düşünce ile varımızı artırır. Kitap, en gerçek bir dosttur. Dalgınlığa vurmadan okunan güzel bir kitaptan sonra, tıpkı çok sevdiğimiz bir arkadaşla konuşmaktan aldığımız tadı duyarız. Ona her an davetli gibiyizdir. Çağırmasına gitmesek bile o yine darılmaz, bıkmadan usanmadan bizi bekler. Biz yanına gidinceye kadar gözleri gözlerimize tatlı tatlı güler; açmaya ve çevirmeye başladığımız beyaz yapraklan sevinçten ellerimizi okşar.
Okunacak şeyin ne değerde olduğunu kitapsız, gazetesiz kaldığımız zaman çok iyi anlarız. Hele yalnızlıkta… Mütareke içinde İngilizlerin Malta’ya sürdükleri yurttaşların pek çoğu gazetesizlik ve kitapsızlığı yiyecek ve içeceksiz kalmak kadar acı bulmuşlardır.
Bir an kendinizi tek başına bir odaya kapatılmış olarak düşünün. Biraz ekmek ve su bulduktan sonra ilk arayacağımız şey dilimizden anlayan, konuşacak bir insandır, değil mi? Bu his, içinde yaşadığımız cemiyetten uzak kalmanın verdiği manevi açlığımızın giderilmesini istemekten ve başka insanlarla olan bağımızın koparılması kaygısından başka ne ifade eder?
Yalnızlıkta, dost ve arkadaş yokluğunun yerini ancak kitap tutabilir. Bulabildiğimiz kitabı yazan, sizin bu tek başına kaldığınız anda konuşabileceğiniz tek arkadaş değil midir?
Yazık okumaya alışmamış, onun tadını almamış olanlara. Onlar, ıssız bir âlemde, yapayalnız yaşayan mahluklardır.
HASAN ALİ YÜCEL (1938-1946 arası Milli Eğitim Bakanı , Şair CAN YÜCEL’in babası , güzel insan..)
(Pazartesi Konuşmaları – Remzi Kitabevi , İstanbul , 1937 )
HAYATTA BEN EN ÇOK BABAMI SEVDİM
Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla – ha düştü, ha düşecek –
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.
Bilmezdi ki oturduğumuz semti,
Geldi mi de gidici – hep, hepp acele işi! –
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.
Atlastan bakardım nereye gitti,
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.
Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
40’ı geçerse ateş, çağ’rırlar İstanbul’a,
Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.
En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim.
Hayatta ben en çok babamı sevdim.
CAN YÜCEL
(Hasan Ali Yücel ve oğlu Can Yücel..)